İşsizlik ve Stajsızlık – Bir KOBİ Perspektifi

Sarp Kürkcü
8 min readApr 18, 2021

Nereye dönüp baksanız öğrenciyken staj, mezunken de iş bulamayan kişilerin serzenişine rastlıyorsunuz. İnsanlar imkan verilmemesinden, tecrübesiz bırakılmaktan yakınıyorlar haklı olarak. Bu problemin olmadığını iddia eden herhalde yoktur (Devlet? Ha? Kim?), o nedenle derdimiz “Böyle bir sıkışmışlık var mı?” değil. Bu problemin tek bir çözümü de yok, eminim bundan. Ama bütün resmi görebilmek için yapbozun farklı parçalarını toplamak lazım. Eksiklerden biri, KOBİ’lerin bugün birisini ekiplerine katarken nelere dikkat ettiği. Çünkü dürüst olalım, Türkiye’de (eğer istatistiklerde hatam yoksa) çalışma alanlarının %80 civarı zaten KOBİ’lerden oluşuyor. O nedenle bir mezunun iş, bir öğrencinin de staj bulabileceği yerler aslında KOBİ’ler.

Tek tabanca idare edilen bir KOBİ sahibi olarak, bakalım çekincelerimi düzgünce anlatabilecek miyim…

İlüstrasyonun kaynağı: iStockphoto

“İŞ” DEDİĞİMİZ ŞEYİN YAPISI

İş ve kariyeri konuşurken, “”in modern dünyadaki yapısını biraz düşünmek gerekli. Sanayi Devrimi ve tarihini incelerken, “atomizasyon” diye bir kavramdan bahsedilir ve bugünkü kapitalist sistem içerisindeki iş pozisyonlarının neredeyse hepsinin dahil olduğu bir sistemdir bu. Atomizasyon, bir şeyi en ufak parçalarına ayırma sürecine verilen isimdir. Bir zamanlar zanaatkarların, uzman çiftçi ailelerin, çeşitli fonlama tekellerinde olan araştırma burslarının yerini alan bu sistem; özünde çalışanın kolay değiştirilebilmesini ve sahip olduğu özerkliğin elinden alınmasını amaçlar. Pratik bir örnek, konuyu daha rahat anlatacaktır:

Gülfidan Hanım’ın Kunduraları, diyelim ki İzmir’de çok popüler. İyi bir ayakkabı isteyen kişinin cebinde parası, karşısında da Gülfidan Hanım olmalı. Ayakkabıyı kalıba en iyi oturtan, deriyi esneme payını hesaba katarak geren, perçinleri uzun yıllar dayanacak şekilde en doğru şekilde düzenleyen o. Ayakkabıları piyasanın üstünde bir değere sahip, ama sebebi de karşılığında verdiği şeyin kolay değiştirilemez olmasında saklı.

İşte Sanayi Devrimi; bir şeyleri tekrarlanabilir, basitleştirilmiş hamlelere böldüğünde Gülfidan Hanım’ın gücü ve değerini yok etmiş oluyor aslında. Bu iş otomasyona döndüğünde, Gülfidan Hanım’ın uzmanlığına gerek kalmıyor. Bugün Gülfidan Hanım kadar her şeyi doğru yapan birisi tabii ki daha iyi maaşı, daha iyi yaşamı ve daha iyi fırsatları hak eder. Ama birinin deriyi düz alana serdiği, birinin elindeki ahşap şablona göre üstünü çizdiği, diğerinin makasla çizgi üstünden deriyi kestiği bir sistemde üç çalışan da uzmanlık sahibi olmak zorunda değil ve kolayca değiştirilebilir. O nedenle Gülfidan Hanım’ın kazandığı pozisyonun, Sanayi Devrimi sonrası dünyada kazanılması özellikle geniş kitleler için pek de olası değil.

The Boy’s Book of Industrial Information. Yazar: Elisha Noyce (Ward & Lock, 1859)

Bu noktada, “değiştirilebilirlik” kalemine karşı en büyük antitezlerden biri sendikalaşmadır zaten. Birlik olmak, “seni kovsam dışarıda binlercesi var” tartışmasına “alabileceğin herkes bizim üyemiz ve haklarımız var” diyebilme hakkı. Bu, bambaşka bir tartışma (birçok meslek kolunun sendikasının, onu bırakın odasının bile olmaması). Ama her etki bir şekilde tepkisini doğuruyor, sadece bunları kimseye okullarda anlatmıyorlar. Ah, okullar demişken…

AMA BU MAVİ YAKALI PROBLEMİ DEĞİL Mİ?

Aslında hayır, değil. Çünkü atomizasyon, sadece el işçiliğinde değil fikrimülkiyette de, projelendirmede de, mimarlıkta da, tasarımda da, mühendislikte de, biraz istisnayla birlikte tıpta da geçerli. Yani elde üniversite diploması olması bir şeyi değiştirmiyor. Çünkü hâlâ atomize edilmiş bir dünyanın parçasıyız hepimiz.

Yani sizin aşağıda fabrikada değil de yukarıda ofiste çalışıyor olmanız durumunuzu değiştirmiyor. Hatta, işin otomasyonu ya da kategorilendirilmesi aşamasında sizi tehlikeye bile sokuyor. El göz koordinasyonu ile Excel tablosuna satış bilgileri girmek arasında aslında fark var ve üzgünüm, ikincisi aslında daha kolay bulunuyor bu devirde.

AMA BEN İMKAN VERİLİRSE ÇOK ÇALIŞIRIM!

Bundan sonra fazlaca öznel bir bakış açısı sunacağım ve birçoklarını rahatsız edebilir bu, o nedenle bunu bir uyarı olarak değerlendirin lütfen…

Deneyimlerim, bunun doğru olmadığı yönünde. Üstelik sadece iki senedir piyasadayım. Atomizasyonun sadece iş dünyasında olduğunu, sosyal yaşamın ise daha derin, eski zanaatkar kültür ve köklere dayandığını düşündüğüm bir toyluk dönemim vardı. Ama yeni insanlar tanıdıkça, arkadaşlık ve diğer özel ilişkileri farklı açılardan gördükçe aslında atomizasyondan kaçmamız gerekirken bunu benliğimizle örtüştürdüğümüzü gördüm.

İnsanlar nasıl işi çok ve değiştirilebilir parçalara bölüyorlarsa, aynı şekilde arkadaşlık ve kişisel ilişkilerini de böldükleri bir dünyadayız artık. Tüm arkadaşlar hızlıca değiştirilebilir, tüm ilişkiler ilk terslikte bitirilebilir. İnsanlar en ufak bir kavgada, ilk yanlış anlaşılmada silinebilir. Akıllarda tek bir cümle var, “Dışarıda daha binlercesi var”.

Aynı patronların birisini kovarken söylediği gibi, öğrenciye cevap maili atarken düşündüğü gibi…

Ben, bu duruma “Bir ayağı dışarıda sendromu” diyorum kendimce. Toplum, buna “Opsiyonlarını açık tutmak” gibi isimler atfediyor. Ama şunu unutmamak lazım, bir ayak dışarıdaysa teklif edilen maaş da, sosyal yaşamda alınan değer de hep yarım insan kadar olur. Asla potansiyel ederini alamaz kişi.

Opsiyonları açık tutmaya klişe bir örnek

SAÇMA! BUNUN İŞ DÜNYASI ÖRNEĞİ VAR MI?

Aslına bakarsanız bugüne dek üç stajyer kabul ettim ben, iki senelik iş sahibi hayatımda. Bunlardan biri kişisel bir arkadaşımdı, onu saymayalım. İki tane tanımadığım, biri hatta uluslararası, kişiyi ben işyerime aldım.

İkisinin de durumuna bugün baktığımda, sadece kendilerini geliştirmek için bir ısırık almaya gelen insanlar olduklarını ve büyük bir işletme olsam, bunda hiçbir sakınca olmadığını söyleyebilirim. Ama küçük bir işletme olduğumdan, stajyer demek benim için “çifte mesai” yapmak demek. Ve ne için? Hiçbir şey için. Sadece onları mutlu etmek adına kendimi staj süresinde yormam, paralamam, sorularını cevaplamam, gelen işleri iki kat hızda yapmam (çünkü tek seferde anlamadıkları için tekrar tekrar anlatılması gerekiyor bazı şeylerin) demek.

Stajın mantığı, mezuniyete yakın bir kişinin değerini ölçmek ve eğer takımın bir parçası olabiliyorsa mezuniyeti ile birlikte onu takıma katmakta yatar. Ama bu iki stajyerin de öyle bir düşüncesi yoktu. Tek dertleri kendilerine bir şey katmaktı. İkincisi de kapıdan çıktıktan sonra ben bir daha stajyer kabul etmemeye (en azından şimdilik) karar verdim. Çünkü gelip, ısırığını alıp, onlardan sorumlu insanlardan alacaklarını alıp, onları yorup yollarına devam ediyorlar.

Bu, birçoklarına sorun olarak gelmeyecektir. “Ne olmuş yani, insanlar sürekli iş değiştiriyor” denebilir. Öznel yorumlarım demiştim ya, bu mantığı ben sürdürülebilirlik açısından yanlış buluyorum. Çünkü bir stajyere asla hassas iş emanet etmem, hassas işin öğrenilmesi ve o özenin gösterilmesi zaten zaman alan bir şey. Aynı şekilde bugün CV’sini bırakıp 3 ay sonra diğer 28 başvurusundan birisi kabul edildiğinde hiçbir şey söylemeden kaçıp gidecek bir çalışana da işimin ciddi bir kısmını emanet etmem.

İşimin ciddi kısmını emanet etmeyeceğim birisine ben neden iş ve maaş vermeliyim ki?

Ve evet, bana CV getiren kişilerden birisi uzun uzadıya dil döktü, hatta ben de kendisini işe almıyor olduğumdan neredeyse vicdan azabı duydum ama öğrendim ki 8 ay sonra zaten akrabalarının yanına yurtdışına gidecekmiş. “Yani sadece 8 ay oyalanmak için mi yaptın bu başvuruyu?” dediğimde “Bir şeyler öğrenmek, kendime bir şeyler katmak içindi.” cevabını aldım.

Bakın, büyük bir işletmede (örneğin 80–100 kişinin çalıştığı) gelip 8 ay sonra ıslık çalarak gidiyor olmanız çok bir şeyi değiştirmeyebilir (ki tartışılır bu da). Ama küçük ekiplerde böyle sarsıcı değişimler yapmak, hem de iyi bir maaş ve iyi bir pozisyon talep ederken, işverenlerin çalışanlara güvenmemesi için çok kritik bir nokta.

Ha bu arada, 1990’lardan beri orta sınıfı yok eden, fakirin daha fakir zenginin daha zengin olmasına sebep olan düzenler zaten büyük işletmeler (Neoliberalizm ve “isteyen her şeyi olur” yalanı da bambaşka bir konu). “Bir Gün Herkes Asgari Ücretli Olacak” adlı yazıya göz atmanızı tavsiye ederim. O sistemi besledikçe, önümüzdeki yıllarda daha da kötü olmak için zemin hazırlıyoruz ama malum, bunlar da yine kimseye okullarda anlatılmıyor.

BUNLAR ÇOK NADİR ÖRNEKLER, GENEL BÖYLE DEĞİL!

Buna da katılmıyorum, çünkü hayatta yıllar içinde tekrar tekrar gördüğüm haliyle insanın temel erdemleri ve kişilik özellikleri bir bütündür. Bir topluluğun parçası olmayı reddeden, bağlılığı ve sadakati tercih etmeyen, evlilik ya da uzun soluklu süreçlere katiyen karşı olan, kişisel ilişkilerinde duvarlarını indirip risk almayan, “konfor alanımın içine hiçbir şey ve hiçkimseyi istemiyorum” diyebilen yapıdaki insanların iş dünyasında başka bir davranış biçimi benimsemesi mümkün değil.

Çünkü bu kararlar temel insan erdemleri ile şekillenir. İlk terslikte kafası atıp “Ben bırakıyorum Osman olmuyor bu” diyecek kadar kesip atmacı bir insan yapısı iş dünyasında da benzer bir tavrı korur. İşin ilginç tarafı, zaten bu yapıdaki insanlar patron olduklarında çalışanlarına bizzat bu şekilde davranıyorlar. “Böyle olmuyor Osman, müşteri memnun kalmadı ilk hatan ama yolları ayırıyoruz” diyebiliyorlar.

Yani aslında kendisi gibi olan bir patronla çalışmak zor geldiğinden sıkıntı yaşıyor kimi çalışanlar (ya da kimi staj arayan öğrenciler).

Atomizasyon, yaşamımızda. Samimiyetsizliğimizde, karşımızdakine umut verip sosyal medyada 20 kişiyle daha konuşuyor olmamızda, arkadaşlıklarımızda içten ve dürüst olmamamızda, “opsiyonlarımızı açık tutmamızda” aslında. Bu kişilik özellikleri ile yaşayıp ölecek insanların çalışma dünyasında aynı tavrı benimsemesi ise gerek işveren, gerek çalışan tarafında büyük sorunlara yol açıyor. Kişisel olarak bana “Haftaya görüşelim, çok özledim” diyen insan 3 ay bana tek bir ses etmediğinde, ben o insanın işini layığı ile yapabileceğine asla inanmam. Dediğim gibi, hepsi aynı kökten geliyor çünkü. İnsan, eğer ciddi bir kişilik bozukluğu sendromundan muzdarip değilse, bu denli değişken değildir.

PEKİ NASIL ÇÖZECEĞİZ BU SORUNU?

Güzel soru. Keşke net, yol haritası olan bir çözümüm olsaydı. Ama yok. Ben, şimdilik 3D Kafası’na hiçbir çalışanın ayağını sokturmamak ile sorunu yoksayıyorum bir anlamda. Kimilerine göre romantik, kimilerine göre ise (yukarıda anlattıklarımı kendi de fark etmiş ya da ben anlattığımda yakalayanlar) realist bir çözümüm var: Kişisel olarak güvendiğim birisi ile işimi büyütmek. Bir gün hayatıma mesleki olarak benzer yolda ilerleyebileceğim, ekmek teknesini benimsyecek ve kişisel olarak da güven kalemlerinde ortak olduğum birisi ile işimi büyütebilirim. Ama yaptığım iş butik, özen ve emek gerektiren bir şey. Üretimin detayları zahmetli, bir miktar uzmanlık ve deneyim gerektiren bir şey. O nedenle bugün orada olup 2 ay sonra yok olacak insanlar, benim gibi dünyada artık çoğunluk sayılan KOBİ’lerinde iş bulamayacaklar.

Bazıları, İŞ-KUR gibi sistemlerin bu işin çözümü olduğunu sanıyorlar. Stajla ilgili de “sigortayı okul ödüyor, yine almıyorsunuz” yorumlarını yapanlar aynı kişiler. Evet, İŞ-KUR ilk altı aylık (ya da bir yıllık) maliyeti üstlenir ama mühim bir şeyi emanet ettiğim kişi dördüncü ayda çekip gittiğinde memnuniyetsiz müşterimin ve yara alan itibarımın telafisini yapamaz. Bunları da düşünüyoruz, düşünmek zorundayız.

Ki bu yazıyı kaleme alma sebebim ise bu sorunun gerçekten çözülmesi gerektiğine inanıyor olmam. Çünkü sürdürülebilirlik açısından, huzurlu bir gelecek için (çünkü bir gün aile sahibi olmak istiyorum) düzgün bir geleceğin temellerini atmalıyız. Stajyer adayının işverene parmak salladığı, işverenin yeni mezunu aşağı gördüğü bir düzlemdeyiz yıllardır ve gördümüz üzere hiçbir şey değişmiyor. Benim bulabildiklerim bunlar, belki kümülatif yapıda birisi üstüne başka bir şey koyar, belki iş sözleşmeleri değişir, belki hayaller değişir, belki bugün İzmir’de haftaya Köln’de olma ve oradan oraya atlayarak yaşam idame etmenin sürdürülebilirliği tartışılır…

Bir yerlerde oturup bu konunun çözümüne dair fikir teatrisi yapmayı isterim aslında. Çünkü “tanıdığım, güvendiğim insanı işe almak” tartışmasının kökenini de biraz sorguluyoruz, toplumsal olarak bağsızlığın ve aidiyet yoksunluğunun etkilerini de. Yarın burada olduğuna inanmadığımız insanları sosyal hayatta dışarıda tutuyoruz ama ne zaman kendimizin de öyle olduğunu, bu bencillikle kimseye güven falan vermediğimizi ve vermediğimiz güvenin ödemesini talep ettiğimizi ne zaman anlayacağız bilmiyorum. Ama anlamazsak, bir çözüm geliştiremeyeceğimiz de kesin.

--

--